Scrum'un kedisi ve unutulan amaçlar
Toplantılar, süreçler ve post-it’ler arasında kaybolan amaçları hatırlamak üzerine
Bu yazıyı sesli dinlemek için tıklayın 👉 Spotify | Apple 🎧
Uzak bir manastırda, meditasyon yapan bir Zen ustasına bir sabah bir kedi gelip rahatsız etmeye başlamış. İlk gün çok umursama da, her sabah gelmeye başlayan bu kediden rahatsız olan usta öğrencilerine, sabah meditasyona başlamadan önce kediyi yakalayın, ve bir kovanın altına koyun. Meditasyon bittiğinde çıkartın diye buyur etmiş. Gel zaman git zaman, öğrencileri bu işi sorumluluk haline getirip her sabah kediyi yakalamışlar, sonra kocaman bir kovaya hapsetmişler, sabah meditasyonlarından sonra da kediyi serbest bırakmışlar. Bir gün bu usta ölmüş, usta öldükten sonra da bu uğraş sabah rutininin içinde bir ritüele dönüşmeye başlamış.
Günlerden bir gün, bir sabah kedi gelmemiş. Ustalarının yokluğunda, kedinin de gelmemesiyle panik yapan öğrenciler, oturup nereden kedi bulabileceklerini düşünmüşler. Karar verdikten sonra bir plan yapıp hemen bir kedi yakalamışlar ve her sabah ritüellerine devam etmişler.
Tanıdık geldi mi? Kurumsal kültür içinde, başta bir ihtiyaca cevap veren birçok uygulama zamanla anlamını yitiriyor. Kimin neden başlattığını unuttuğumuz, hatta neyi çözmeye çalıştığını bile bilmediğimiz ritüeller birer kutsal görev gibi tekrarlanıyor. Her sabah bir kediyi kovaya koymadan rahat edemeyen bu öğrenciler gibi, bizler de stand-up yapmadan güne başlayamıyor, Jira’ya ticket yazılmadan ilerleyemiyor, herkesin gözünün içine baka baka “bu hafta ne yaptığını” anlatmadığın bir haftayı eksik sayıyoruz.
Zamanla, çözümün kendisi sorunun yerine geçiyor. Kedi artık sadece meditasyonun huzurunu sağlamak için değil, var olduğu için kovaya konuyor. Çünkü onu koymazsak içimiz huzursuz oluyor. Çünkü “öyle görmüştük”. Çünkü "zaten hep öyle yapılıyordu". Oysa kimse sormuyor: Bu ritüel neyi çözüyor? Bu sorun hala var mı? Bu yöntem hala işe yarıyor mu?
Bu kedi metaforunu anlatırken ister istemez aklıma 2001 yılının Şubat ayında, Utah’daki Snowbird kayak merkezinde toplanan 17 yazılım geliştiricisi geliyor. Evet, bugünkü “Agile Manifesto”yu yazan o meşhur ekip. Ama bu insanlar o gün orada dünyayı kurtarmak için bir araya gelmemişlerdi. Tam tersine birçoğu kendi projelerinde yeterince canı yanmış, birbirinden bambaşka yöntemlerle çalışan ama aynı dertten mustarip yazılımcılardı.
Planlamalar şişiyor, dokümanlar çoğalıyor ama yazılım üretilmiyordu. Süreçler vardı, ama çözüm yoktu. Kedi vardı, ve meditasyon yapamıyorlardı. İşte bu yüzden bir araya gelen yazılımcılar şunu söylediler:
Bireyler ve etkileşimler, süreçler ve araçlardan daha değerlidir.
Çalışan yazılım, kapsamlı dokümantasyondan daha değerlidir.
Müşteri ile işbirliği, sözleşme pazarlığından daha değerlidir.
Değişime tepki vermek, bir planı takip etmekten daha değerlidir.
Bu manifesto, kelimelerin çok ötesinde bir çağrıydı. Amaç, daha yalın, daha insani, daha etkili bir üretim kültürü kurmaktı. Belki de, o zamana kadar kovaya kedi koymaktan bıkmış bir grup insanın “Kovayı da sorgulayalım artık” demesiydi bu.
Kovayı sorgulayan bu grup, farkında olmadan yepyeni bir kovanın doğmasına da sebep oldu. Ne yazık ki iyi niyetle atılan tohumlar, zamanla ritüele, sonra da dogmaya dönüştü.
Scrum’un içindeki stand-up’lar, sprint planlamaları, retrospektifler… İlk çıktığında birer araçtı bunlar. Takımın kendisine ayna tutabilmesi, tahminlerini iyileştirmesi, neyi neden yaptığını anlamlandırabilmesi için tasarlanmıştı. Ancak zamanla bu pratiklerin özü unutuldu, şekli kutsandı.
Bugün birçok firmada saat 10:00 olduğunda herkes ayakta. Gözler bir noktada sabitlenmiş, biri konuşuyor ama kimse dinlemiyor. Çünkü haftanın beş günü yapılan bu 15 takikalık törenin artık anlamı yok. Ama yapılmazsa içimizde bir eksiklik hissi baş gösteriyor. Kovaya kedi konmamış gibi.
Retrospektif toplantısı mı? Eğer şanslıysanız herkes bir şeyler söylüyor, ama kimse birbirini duymuyor. Şanssızsanız sürekli hiperaktif çalışan bir “scrum master” ekibin ağzından cımbızla laf çekmeye çalışıyor. Zaten her hafta “daha iyi iletişim kuralım” sonucu ortaya çıkıyor, ardından da bir sonraki haftaya “aksiyonlar” devrediliyor.
Sprint planlaması mı? Yıllık hedefler tutmuyor ama yine de 2 haftalık sprint tahminleri yapılıyor. Her hafta sprint’ler zaten yetişmiyor, baskı altındaki bir yönetici her seferinde sprint’e bir şeyler sokmaya çalışıyor, sanki bir büyücü gelecek de tılsımlı çubuğunu dokundurduğunda tüm işler mucizevi bir biçimde cuma öğleden sonra yani sprint’in son gününde tamamlanacakmışcasına…
Bir çoğumu, içinde bulunduğumuz kültürün parçası olmak adına, nedenini bilmeden bu ritüellere dahil oluyoruz. Ve en ironik kısmı şu: Kültürün parçası olmak için yaptığımız bu davranışlar, aslında kültürü anlamsızlaştırıyor.
Kedi çoktan gitmiş, ama biz hala kovaya hapsetmek için yenisini arıyoruz.
Peki ne yapalım?
Her sabah işe kediyi kovaya koymakla başlıyorsak, önce şunu kabul edelim: Belki de o kediye artık ihtiyacımız yok.
Ama bu, bütün ritüelleri çöpe atalım demek değil. Asıl yapmamız gereken, her ritüelin içini yeniden doldurmak. Neyi neden yaptığımızı hatırlamak. Scrum’a ya da Agile’a bağnazlıkla, körü körüne bağlanmak değil, onların birer araç olduğunu hatırlayıp onların rehberliğinden faydalanmak.
Takımınızdaki ritüelleri elden geçirmek istiyorsanız size bir önerim var.
Her ritüelin başına “Bu neyi çözüyor?” sorunu koyun. Örneğin stand-up toplantısını kaldırmak, bunu haftanın belli günleri yapmak radikal bir karar değil. Çalıştığım takımların bazılarında uyguladığımız bir yöntem. Belki de formatını değiştirmeyi, ya da bunu bir çok kişinin uzaktan çalıştığı bir dönemde asenkron yapmak bir başka çözüm yolu olabilir. Acaba bu ritüeller, o günün ihtiyaçlarını çözerken, bugunün sorunlarını çözmekte yeterli kalmaya devam ediyor mu?
Ritüellerin değil, amaçlarının peşinden gidin. Planlama mı yapıyorsunuz? Harika! Ama tahminlerin tutması için mi? Kontrol delisi yöneticinizin (belki de siz kontrol delisisinizdir!) anksiyetesini azaltmak için mi? Sahte bir “her şey kontrol altında” hissi yaratmak için mi? Yoksa, ekibin yönünü bulması için mi? Bu soruya cevap bulmanız çok önemli, çünkü biri netlik yaratır, diğerleri ise baskı.
Ritüellere de retrospektif gerekir. Ayda bir, “Toplantılar işe yarıyor mu?” diye sormak, bir toplantı daha yapmaktan değerli olabilir. Bir başka bakış açısı ise toplantıların maliyetini hesaplamak olabilir. Bu toplantılarda firmanın harcadığı para, gerçekten o toplantının ürettiği etkiye değiyor mu sizce?
Ve belki de en önemlisi şu; Cesur olmalısınız. Eğer işe yaramadığını düşündüğünüz bir pratik varsa, bunu yüksek sesle dile getirmelisiniz. Size bunu öğreten ustanıza değil, yaptığınız ritüellerin anlamlarına sadık kalmalısınız. Belki de sizin sesiniz, ekibin gerçek sorunlarını duyması için gerekli olan itici güçtür.
Belki yıllardır güne hep aynı kediyle başlıyoruz. Aynı saat, aynı masa, aynı toplantı. İçimizden bir ses “bir gariplik var” dese de, dışımız “düzen bu” diye susuyor olabilir. Oysa ustamız öldü, kedi de çoktan kaçtı. Biz hala kovayı taşıyoruz.
Ve işin aslı şu:
Ritüeller anlamlı olduğunda güzeldir. Ama anlamı kalmadığında, sadece bir yüke dönüşür. Her gün taşıdığınız o kavayı bir anlığına yere bırakın. Etrafınıza bir bakın, kedi hala orada mı? Yoksa o dalların arasındaki sadece geçmişin gölgesi mi?
Cevabını bulduğunuzda, belki o gün gerçekten meditasyona oturmuş olursunuz. Belki o gün, gerçekten çalışmaya başlamış olursunuz.
Müthiş bir yazı. Eline sağlık. İnsanlar alışkanlıklarından vazgeçmekte hep zorlanırlar.
Güzel bir yazı eline sağlık Mert. Malesef hayattaki pek çok konu bu şekilde öğrendiğimiz için bu şekilde yaptığımız şeylerle dolu, çoğu zaman durup neden böyle diye düşünmüyoruz veya değiştirmek istediğimizde statüko buna izin vermiyor.